Sene 1989. Norveç, Oslo şehir merkezinde, Stortinsgata Caddesi köşesinde mosmor bir ağacın önündeyim. Tüm gövdesi, en uç dallarına kadar tepeden tırnağa mora boyanmış bir ağaç. Aklımı ne kadar zorladıysam da o mor ağaca bir mana veremedim. İşe geri döndüğümde, iş yerindeki Norveçli arkadaşıma bu mor ağacı sordum. İşte bana anlatılan hikâyesi:
Oslo Belediyesi, cadde üstündeki sola dönüş trafiğini rahatlatmak için o cadde üzerine bir cep yapılması için proje yaptırır. Proje hazırlanır. Ancak hazırlanan projeye göre bulvar üzerinde bulunan ağaçlardan birinin kesilmesi gerekmektedir.
Ağacın kesileceğini öğrenen çevreci bir vatandaş, bir gece gelip bütün ağacı mora boyar. Ertesi gün, mor ağacı ve hikâyesini Oslo’da bilmeyen kimse kalmaz. Herkesin tepkisi aynıdır: “Biz sola dönmek için gerekirse bekleriz, o ağaç şehrin bir güzelliğidir, kesilmesin.” Tek bir ağacın arkasında duran koca bir şehir görmek çok etkileyici, yine soruyorum; “Belediye o ağacı kesse ne olur? Cevap açık ve net: O ağacı kesecek bir belediye başkanı ve de onun partisi sittin sene bu şehirden tek bir oy bile alamaz. Bunu çok iyi bildikleri için kimse o ağacı kesemez.
(Yıl 2020, Mor Ağaç aynı yerinde…)
Şimdi bana bir La Fontaine masalı gibi gelen bu olay gerçek ve bizzat yaşadım. Tam yirmi iki sene sonra bugün o caddeye Google Map üzerinden bakıyorum. O mor ağaç hâlâ orada.
Ne acıdır ki ben bu ağacın hikâyesini yazarken birileri memleketimin dağlarını, ormanlarını, sahillerini dümdüz edip otoban geçirme projeleri çiziyor. Başka birileri memleketin derelerinin yataklarını değiştirip, kurutup santral kurma derdine düşmüş. Dere kenarlarında taş ocakları tozu dumana katmış, harıl harıl o güzelim doğamızı tarumar ediyor.