Karlı Yol – Muhsin ÇOLAK

 

Okul köyden iki yüz metre uzakta, üç-beş metre yüksekçe geniş bir tepe üzerindeydi. Arka tarafta yemyeşil gür bir orman uzanıyordu. Denizden altı-yedi yüz metre yüksekliği vardı buranın. Kış aylarında Erzurum’u, Kars’ı aratmazdı kışı. Kar toprağa erken düşer, karasular kusuncaya dek de kalkmak bilmezdi…

Şubat sonlarıydı. Buralarda Şubat boyundan çok yüksek kış yapar. Havanın ağzı zehir gibi keskin olur. Derin uykusunda olan börtü böceğin kılını bile kıpırdatamazsın. Toprakla kar sevdalanmışçasına aylarca birbirinden ayrılmaz…

Öğretmen, her sabah olduğu gibi erkenden kalkıp kahvaltısını yaparak okulun çevresinde dolaştı. Çevreyi gözlemledikten sonra tekrar içeri girdi.

Evlerle okul arası yakın olmasına karşın yarım metre karda çocukların okula gelebilmeleri bir hayli zor olur. Kara bata çıka okula ulaşmanın ne demek olduğunu en iyi çocuklar bilir.

Mehmet; o daha sekiz yaşında, ikiye gidiyor. Annesi İstanbul’da akıl hastanesinde, babası Libya’da işçi. Dedesinin yanında kalıyor Mehmet.

Zaman zaman derse giriş zamanlarını sekteye uğratıyor. Ama, soluk soluğa sınıfa girdiğinde öğretmeninin yüzüne öyle mahzun, öyle yıkık bakışları var ki, öğretmeninin yüreğinde yüz kez özür dileme izleri yaratıyor!.. Öğretmen Mehmet’in başını okşuyor, üşümüş ellerini ve ıslak ayaklarını sobanın karşısında ısıttıktan sonra onu yerine oturtuyor.

Ders başlayalı yarım saat olmuş. Sınıfta Mehmet yok.

Arka sıralarda pencerenin camından dışarıyı izleyen bir öğrenci:

“Öğretmenim Mehmet geliyor. Yani gelemiyor. Tarlalardan gelmeye çalışıyor, ama batıp kalıyor.”

“Bakın, bakın! Bir köpek de ona doğru koşuyor.”

Öğretmen pencereden dışarı baktı. Mehmet kara batıp kalmış. Bir köpek de hızla ona ulaşmaya çalışmaktaydı. Kendini sınıftan dışarı atan öğretmen, eline bir sopa geçirip olanca hızıyla Mehmet’e doğru koştu. Ama köpeğin Mehmet’e öğretmenden önce ulaşıp ayağını ısırmasına engel olamadı. Öğretmeni gören köpek tarlalara aşağı koştu, kayboldu.

Mehmet korkudan bayılmış, kanayan ayağının acısını da hissetmez durumdaydı. Mehmet’i kucağına alıp sınıfa geldi öğretmen. Çocuklar: “Öğretmenim kesin kuduzdur o köpek” diye bağrıştılar. “O bizim köyün köpeklerinden değil, yabancı.”

Öğretmen Mehmet’in ayağını temizledi, sardı. Çok geçmeden Mehmet kendine geldi. Çocuklardan birini Mehmet’in dedesine yolladı. Dedesinin anayola çıkması söylendi.

“Çocuklar ben Mehmet’i ilçeye hastaneye götürüyorum, sınıf başkanınızı üzmeyin, geç kalırsam derslerin bitiminden sonra sessizce evlerinize dağlırsınız” diyerek Mehmet’i kucakladı, hızlı adımlarla anayola çıkardı. Aralıklarla kar yağmaktaydı. Yol açıktı.

Mehmet’in dedesi de geldi. Şaşkın, üzgün, torununun sargılı ayağına dokundu: “Acıyor mu evladım?”

Hayır anlamında başını ve gözlerini yukarı kaldırdı Mehmet.

Bu mevsimde, bu ayda, bu havada ana yoldan geçecek bir taşıta rastlamak saatlerce beklemeyi gerektirirdi. Mehmet’in şansından olmalı daha on beş dakika olmamıştı ki eski model bir jip geldi. Durdular. Öğretmen, Mehmet ve dedesi jipe binip ilçenin yoluna koyuldular.

Jipin içerisi dışarıdan soğuktu. Kaloriferleri yanmadığı gibi kapı ve pencere aralıklarından dışarısı görünüyordu. Öğretmen Mehmet’i paltosuyla sarmış, üşümesini engellemeye çalışmaktaydı.

Yol boyunca ilk konuşmalarının dışında şoförün ağzından tek bir sözcük çıkmadı.

“Çatalzeytin’e mi?”

“Evet.”

“Çocuğun ayağını köpek ısırdı da.”

“Geçmiş olsun.”

“Buralardan değilsin galiba?”

“Sinopluyum. Devrekani’den gelip Çatalzeytin’e gidiyorum.”

On beş kilometrelik yolculuk süreci dördü için de keyifsiz geçmişti.

Çatalzeytin’e vardıklarında, kısa aralıklarla yağmakta olan kar gittikçe hızını artırmaya başlamıştı.

Hemen hastaneye gittiler. Muayenesi yapıldı Mehmet’in. Kuduz olasılığına karşı ilk iğnesi de vuruldu. Doktor; Mehmet’in on beş gün gözetim altında tutulması ve gün aşırı iğnelerinin yapılması gerektiğini önemle vurguladı.

Dedesi Mehmet’i alıp Çatalzeytin’deki akrabasının evine gitti, öğretmen ise durumu ilçe Milli Eğitim Müdürlüğüne bildirip geri dönüş için taşıt araştırmaya…

Kış aylarında ilçeden köye taşıt bulmak hemen hemen olanaksız gibi bir şeydi.

Çatalzeytin-Kastamonu otobüsleri de bir akşam bir de sabah kalkmaktaydı. Akşam otobüsünde yer bulsa, Isırganlık denilen beldede inip orman içi yoldan köye yürüyerek ulaşabilmesi yarım saatlik bir süreci gerektirmekteydi.

Akşam otobüsünde yer buldu ama bilet almaktan vazgeçti. Vazgeçiren neden, ilçe Milli Eğitim Müdürü’nün sözleriydi: “Gece kal, ertesi sabah dönersin. Sen buraların yabancısısın. Gece dağ başında, karda kışta kurda kuşa yem olursun.”

Gece, deniz kıyısındaki bir otelde kaldı öğretmen.

Gece boyu lapa lapa yağan karı izledi. Otelin duvarına vuran Karadeniz’in azgın dalga seslerinden uyuyamadı. Uyuyamadı, kalkıp lapa lapa yağan karı izledi. Karı izlerken hep tek bir şeyden korktu. Ya yol kapanırsa! Ya yol kapalıysa! Tüm gece sürekli yağan kar sabah da devam etmekteydi.

Kahvaltı yapıp, sabah otobüsüne bindi.Otobüs orman içi anayolda ilerlemekteydi. Yol gittikçe yükseklere doğru uzanmakta, her rampada otobüs zorlanmaktaydı. Otobüsün önünde bir kar temizleme aracı vardı. O önden, otobüs arkadan gitmekteydi. Otobüs hızını öndeki araca ayarlamıştı.

Kış aylarında bu yollarda ne şoför acele ederdi, ne de yolcular buna itiraz ederlerdi.

Otobüs bir saate yakın yol almıştı. Muavin bağırdı: “Isırganlık’ta inecek var mı?” Öğretmenden geldi tek yanıt: “Evet.”

Öğretmen indi. Otobüs yola devam etti. Öğretmen anayolla köy yolunun kavşağına geldiğinde: “Eyvah! Keşke devam etseydim otobüsle” dedi ama; iş işten geçmişti. Otobüs uzaklaşıp gitmişti.

Kar hızını kesmiş; ama sürdürmekteydi yağışını.

Burası denizden yedi sekiz yüz metre kadar yüksekte gür ve kalın çam ağaçlarıyla kaplı bir yerdi. Her taraf dağ kaplı ıssız dağ düzlüğü…

İçinde bir ürperti dolaştı öğretmenin. Dağ başında ormanda bir başınaydı!

Önce düşündü. Düşünmenin zaman kaybetmekten başka işe yaramayacağına inanarak yarım metre kar kaplı Karlı Yola koyuldu. İlk adımını attı, ayağı kar içinde yarım metre uzaklıkta yere bastı. Diğer ayağını attığında beline dek kara gömülmüştü. Önünde gitmesi gereken bir buçuk kilometrelik yol vardı. İki eliyle önce sağ ayağını yerinden kaldırıp karın üstünden yarım metre kadar uzaklığa gömüyor, sonra sol ayağını aynı şekilde atıp vücudunu kısa bir uzaklığa taşıyabiliyordu. Atabildiği her üç adımdan sonra sırtını kara yaslayarak dinleniyordu. Bu uğraşı kırk beş dakika kadar böyle sürdürdü. Henüz alabilmiş olduğu yol üç yüz metre yoktu.

Ayak uçlarından beline dek ıslanmış olan vücudunun alt bölümü normal görevini yerine getirmekten gittikçe uzaklaşıyordu. Islaklıktan ve soğuktan donmuştu sanki. Sırtını yine kara yaslayarak dinlendi. Dinlenirken sol tarafındaki vadinin dibinde kurulu köy evlerinin bacalarından yükselen dumanları izledi. Dumanları izlerken, o evlerden birinin sıcak odasında olmayı düşledi o anda…

Sağ yanındaki ormandan kesik kesik kurt ulumaları geliyordu kulaklarına. Ulumalar korku ve ürperti yayıyordu içine! Islık çalarak esen soğuk yelin vücudunda yarattığı istem dışı irkilme titremeye dönüşüyor, ardından sessiz ve ağrısız gelen ölümün hafifliğini duyar gibi oluyordu!..

Tüm çaresizliğine, olumsuz koşullara karşın köye ulaşma umudunu asla yitirmek istemiyordu. Köye ulaşmadan yolda bayılsa donsa bile çevresinde in cin bulunmayan bu yolda birilerinin yetişip kendisini mutlaka kurtaracağına inandırmak istiyordu.

Ellerinin, ayaklarının parmak uçları, çenesi duyarlığını yitirmişti. Tükürdü, ağzından çıkan yarı yapışkan bir sıvının dudaklarıyla çenesinin orta yerinde yayıldığını anladı. Kulaklarının dört kat daha büyümüş ve ağırlaşmış olduğunu hissetti. Elini kulaklarına götürdü, tuttu, dokunma duyusunu hissedemedi. Sanki iki cansız taş birbirine dokunmuştu. Kulaklarının yerinde olmadığını düşündü bir an!

Hem dinlendi, hem önünde uzanan kar kaplı yola, yolun en ileri noktasına baktı. Belli belirsiz karaltılar gördü.

Damarlarındaki kanın akmadığına, vücudunu ısıtmadığına hükmediyordu artı! Göz feri gittikçe çekildi, yoğunlaşmakta olan siste hiçbir şey göremez oldu. Şiddetli bir uyku bastırdı. Olduğu yerde kara kapaklanıp bayıldı!

Karlı Yol, üç yüz metre ileride dört yüz, beş yüz metre karelik bir alana dönüşmekteydi. Yolun bu geniş bölümünde sağlı sollu dükkanlar, kahvehaneler bulunmaktaydı. Karşılıklı iki vadiye açılmış iki pencere görünümünde görkemli bir boğazdı burası. ‘Odayboğazı.’ Yol, Abana Bozkurt’u Kastamonu’ya bağlayan anayoldu.

Dört mevsim, boğazdan vadileri izlemek, korkunç keyif verir burada insana! Vadilerin ayak uçlarından başlayıp yüksek dağları kaplayan her türden orman ağaçları güz mevsiminde renk çılgınlığı yaratır…

Yaralıgöz Dağı’ndan kopup gelen kekik kokulu rüzgar Odayboğazı’nda soluklanır, vadileri aşıp Karadeniz’in lacivert sularıyla kucaklaşır…

Orta yerde gürül gürül yanan sobanın bulunduğu sıcak bir odada açtı gözlerini. Gözleri, odanın sisli tavanına dikili kaldı bir süre. “Ben neredeyim?” diye sordu kendisine. Sitemli bir ses:“Ah be hocam! Bu dağ başında, bu karda, bu yolda yola düşmek senin gibi tahsilli insanın yapacağı iş mi? Bunu yapmak için insanın deli olması lazım. İyi ki seni fark ettik, sen olabileceğine ihtimal vermeden. Uzaktan, karda düşüp kalkan bir mahluk sandık seni. Tüfekleri doldurup yanına geldik. Seni görünce senden çok donup kaldık. Neyse ki fark ettik. İyi ki seni gördük. Sırtlandık köye getirdik. Geçmiş olsun. İç şu sıcak sütü de kendine gel.”

Mehmet şanslıydı. Çünkü, ona sahip çıkmış bir öğretmeni vardı.

On beş gün sonra okula ilk gelen Mehmet oldu.


DÜŞLERKEN TANIDIK KENTİ

“Esen meltem miydi,
Karayel mi bilmem,
Esti durdu Karadeniz’den.
Dağıttı us saçaklarımı,
Uzaklardan kopup gelen tren düdüğü,
Doldurdu gurbeti içime
olanca acımaklığıyla.
Koştum,
Bir gecede, binlerce kere.
Geçmişten tanıdık
Çemenini yeyip,
Suyunu içtiğim,
Bahçelerinden elma,
Bağlarından üzüm devşirdiğim,
Yeşilırmağında serinleyip,
Okullarında mesleğimi bulduğum beldeye
Koştum durdum,
Tokat iline.
Çevirdim yüreğimin burmasını
Boşalttım taşları yıpranmış sokaklara
Hasret hasret hasret…
Kendim Kastamonu’da,
Anılarla Tokat’ta.
Dalıp gitmişim,
Tahtadan bir masada.
Kovalamışlar zamanı
Kalmışım sessiz.
Gaz biterken lambada,
Girdim yatağa.
Çatalzeytin’in bir dağ köyünde,
Gece devrilirken sabaha…”

 


MUHSİN ÇOLAK

Muhsin Çolak, 1955 yılında Artvin’in Yusufeli ilçesine bağlı Esenkaya köyünde doğdu. İlk ve ortaokulu Zile’de okudu. Tokat İlköğretim Okulu’nu bitirerek öğretmenliğe başladı. İlk görev yeri Çatalzeytin’in Dağ-köy ’üydü. Kastamonu ve Ağrı ’da çalıştı. Çok sevdiği öğretmenliği 29 yıl sürdürüp temmuz 2003 ’te Bursa Dr. Necla Kitay Yazıcıoğlu İlköğretim Okulu’ndan emekli oldu.

Evli ve bir kız çocuk sahibi Çolak, 1982 yılında ilk şiir kitabı “Sevda Harmanı” ile yayın dünyasına girdi. Sevda Harmanı’ηι Şubat 1992’de “Bulutlar Yağmura Durunca” ve Mart 2000’de “Bademler Çiçek Açınca” izledi. İlk öykü kitabı “Ateşböceklerinin Dansı”2003 yılında, “Karlı Yol” ve “Devecidağı’nın Sırları” adlı öykü kitapları da Mart 2004’te arka arkaya yayımlandı.

Doğa ve insanları konu alan şiirlerinde lirik bir anlatımla sevgileri, dostlukları, kardeşlikleri işler. Ayrılık, özlem ve hüzünlerden etkilense de dizelerinde sevgilerle örülü yüreğinin çağıltısı duyulur. Bahçesinin doyumsuz çiçekleri öğrencileri, çocukların sevgisi yaşamının katığıdır.

Öykülerinde ise öğreticiliğe önem verir, çünkü anlattıkları “yaşanmışlıklara” dayalıdır. Odağında eğitim ve çocuk olan öykülerini şiirsel akıcılık ve kurgu şaşırtıcılığı içinde sunar.

“Düşlerken Tanıdık Kenti” adlı şiiri Çatalzeytin’de görev yaptığı yıllarda kaleme aldığı dizelerden oluşur. Kitabına adını veren “Karlı Yol” adlı öyküsünde ise yokluk ve yoksunluklar içindeki bir köy öğretmeninin öğrencilerine ve mesleğine duyduğu sevgi ve sorumlulukla, öğrencisinin öğretmeniyle kurduğu duyarlı ilişkiyi anlatır. Karlı Yol’u okurken Çatalzeytin’in etkileyici, ancak güçlüklere dolu doğasının farkına bir kez daha varacaksınız.

İlginizi Çekebilir.

Yazarın Diğer Yazıları Editör