Ben zeytin ağaçlarını çok severim: Bir Menemen Öyküsü
Çocukluğum Kastamonu, Çatalzeytin’de geçti.
100 küsur yıllık ahşap bir evin etrafında büyüdüm ben.
3 teyze, 6 dayı, bir anneanne, ben doğmadan yedi ay önce ölmüş dedemin sofadaki fotoğrafı, 4.teyze zannedilen anne -hem annem hem de babam çalıştığı için köye, anneanneme bırakılmışım bir süre, annemi arada bir gelen teyzem sanırmışım- ve bir sürü kuzen…
Bu, soba için odunların yığıldığı damını da sayarsak, 4 katlı yaşlı evin sakinleriydik hep beraber.
Sonradan annem evlat hasretine dayanamayınca ben İstanbullu oldum. Ama Çatalzeytin hep içimizdeydi ve biz de her yaz Çatalzeytin’de.
Bu büyük evin, kah yanından akıp giden dereye ayağımı soktum soğuk soğuk, kah kuyusundan bakraçla su çektim.
Kah borcutunda, bostanında komşu çocukları kovaladım elmaları tüketmesinler diye, kah kara incirin tepesinde çerkez büyükanaya yakalandım.
Küçükken kimse bize, biz çerkeziz, o kürt, şu gürcü, bu arnavut demezdi.
Hatırladığım, seyrelmiş kar beyazı saçları, geceleri herkes yatınca odalarda birbirlerine küçük seslerle dedikodu yapan kızları tarafından her banyo sonrası örülen, boncuk mavisi gözleriyle bir kadın, -Hayriyanım-, ve onun kilitli tahta dolabından fındık şekeri koparmaya çalışan üç beş çocuktu.
Ve tabi ki fındık şekerlerini sıcak, sıcak beyaz karton kutulara koyup vitrine sıralayan şekerci Hüseyin ve her daim sabahları taş fırından çıkardığı el yakan ekmekler kadar kızgın fırıncı Metin, eniştemin kağıt mı oynadığı yoksa siyaset mi konuştuğu bilinmez çarşıdaki gizemli kahve ve ramazan geceleri, yaklaştıkça yataklarımızda büzüşmemize neden olan sahur davulunun sesi.
Kışları sakinleşen bu ev yazları okul tatili ile birlikte dolar taşardı.
Okullarda öğretilen pek çok şey gibi şu çekirdek aile işine pek ısınamadım ben.
Anne baba ve çocuktan oluşan ideal aile bana hep keyifsiz gelmiştir.
Keyifle çekirdek bile çitlenmez çekirdek ailede.
Çünkü o bile bir paylaşım işidir.
Şimdileri düşündükçe anlıyorum ki çekirdek aile, nesiller arası kültür, gelenek, görenek, adet, örf, bilgi aktarımını keserek o toplumu geçmişinden ayırmak, birliktelik belleğini silmek, köklerinden koparmak böylece genç nesilin şaşkın, oradan oraya savrulmasına yol açmak ve nihayetinde o ülkenin paramparça edilmesini sağlamak için uydurulmuş bir yalanmış.
Yavaş ancak kesin bir yol.
Oğlum benden dinlemeyi reddettiği her şeyi dedesinden keyifle alıyor.
Onun hikayeleri ile uyuyor.
Büyük evin büyük çakıl taşları ile kaplı yokuşundan ki sonradan beton merdiven döküldü temizlemesi kolay oluyor diye, aşağı inip hemen sahil yolunun altındaki Karadeniz’e çıkmadan önce taş bir kapı karşılardı bizi.
Önce yokuşun yanından akan derenin setine tırmanılır – çok dikkat etmek gerekirdi çünkü derenin kenarı ısırgan otları ile kaplıydı ve benim gibi mayolu halde üstüne düşerseniz her yeriniz bir hafta el gibi kızarık gezerdiniz-oradan da bu ters u şeklindeki kapının üstüne çıkılırdı.
Karadeniz’in canı ne kadar istiyorsa o kadar ısınan yaz akşamlarında Şirin teyzemin maydanozlu karabiberli köftelerinin şişirdiği midelerimizle o taş kapının üstüne yatardık.
Ben zeytin ağacıyla orada tanıştım
Karamanlar’ın denize inen zengin yeşilliğinde türünden ender kalmanın mahzunluğuyla mı yoksa yavaş yeşeren meyvalarının ağırlığıyla mı bilinmez dalları üstümüze iner, Uğur’la – kuzenim – beni gölgelerdi.
Uğur’u bilmem ama ben bir taraftan kendime benzetiyordum o zeytin ağacını.
Büyükşehirde yaşayıp yazları bu köy-kasabaya gelen ne büyükşehirli olabilmiş ne de köylü kalabilmiş, şu bir, iki aylık tatil bitip de eski 302’lerin gürültüsüyle dönüş dağlarını tırmanırken bilmediği türkülere ağlayan ben gibiydi o zeytin ağacı da sanki.
Egeli olup Karadeniz’de yeşermekti kaderi.
Çocukluğum, o büyük ev, o taş kapı ve zeytin ağacım çok uzaklarda artık.
Ve yıllar sonra şimdi zeytinin memleketindeyim.
Her geldiğimde daha da çok sevdiğim İzmir’de Menemen mitingi öncesi otel lobisinde kahvaltı masasında oturuyorum.
Ve masanın ortasında plastik bir kap içerisine yerleştirilmiş, plastik meyvaları olan yapma bir zeytin ağacı-dalı bana bakıyor.
Yanımda oturan Tuncay Özkan, Erbil ağabeyin “plastik papatya kokusu” kitabını hatırlatıyor.
Ben çocukluğuma kayıyorum.
Ve oğluma para ile alsam böyle anılar bırakıp bırakamayacağımı düşünüyorum.
Ona verebileceğim bir kasaba yaşamı yok benim, fındık şekeri hiç sevmiyor, denedim…
Ama kendi hatıralarını yaratacağını düşünüp avunuyorum.
Ben de kendiminkilerle yaşlanacağım.
Ve az birazdan, yıllar sonra -aslında bir şeylerin başlangıcıydı – diye konuşulacak bir günde Menemen’de, Tuncay ağabey konuşacak.
Masadakilerin, kendiminkinden tahmin ediyorum, mideleri düğüm düğüm.
Suat ağabey, oğlu Emre, Adnan, Hulusi…
Nedendir bilmiyorum,
Sanki oradaki binlerce kişiye Tuncay Özkan değil biz konuşacağız,
Hepimizde bir heyecan.
Belki bir değişim arzusudur bu.
Belki saf bir iyi niyet.
Belki de işte bu saflığın, şiddetli değişme arzusunun dayanılmaz gücüdür bedenlerimizi zorlayan, sarsan, midelerimizde düğüm üstüne düğüm atan.
Bir kaç espri ile yumuşuyoruz.
Amacı bu kadar temiz, amacından bu kadar emin insanların kaybedecek çok şeyleri yoktur.
Aslında kazanacak çok şeyleri de olmaz sonunda, amaç yerine gelince.
Menemen’e gittik.
Zeytin ağaçlarının arasından.
Güneşli bir günde, Kubilay’ın başının kesildiği yerden biraz uzakta, bir sokağın köşeyi dönerken yarattığı küçük meydana sığamamış binlerce zeytin ağacı ile karşılaştık.
Tıpkı benim köydeki ağacım gibi türlerinden ender kaldıkları iddia edilen, artık marjinalsiniz denilen, kaç kişisiniz diye sorulan binlerce Atatürkçü ile karşılaştık…
Sesimiz çıktığı kadar bağırdık Tuncay ağabey ile.
Sesimiz canlı yayınla avaz avaz bütün Türkiye’ye yayılırken hemen yanımdaki sivil polis memuru elinde küçük bir kamera ile “Türkiye laiktir laik kalacak” diyen zeytin ağaçlarını çekiyordu.
Neden diye sormadım.
Bir bildiği vardır elbet dedim.
Sonra karşıt görüşten bir dergiden bir foto muhabiri çekine çekine söyledi, nerede çalışıyorsun diye sorunca.
Öylesine yakın yakın basıyordu ki deklanşöre hemen anlaşılıyordu zaten.
Ona da yol açtım daha rahat çalışabilsin diye.
Miting bitti, bir sevgi seli içinde Menemen’den ayrıldık ama benim aklım köydeki zeytinde kaldı.
Dönüş yolunda aileden bir büyüğümü aradım.
“Yahu Karadeniz’de zeytin ağacı olur mu” diye.
“Oğlum “dedi “sen memleketinin adını unuttun herhalde?”
“Çatalzeytin.”
O zaman hatırladım ki köyde ender sandığım zeytin ağaçları bizim evden sahil boyunca diziliydi.
Lordun evi-sahibi Amerika’ya yerleşince bizimkiler onu çok büyük adam yani “lord” yapmıştı-, postanenin önü, fırın, çarşı, jandarmaya doğru devam ettikçe her yer zeytin ağaçlarıyla kaplıydı…
Ve Menemen’den çıkarken bir kez daha anladım ki ender kaldığımızı sandıkları bizler her yerde öyle çokuz ki.
Menemen’de dar bir sokakta başımız kesilirken, İzmir’de geniş bir meydanda ilk kurşunu sıkarken, Çatalzeytin’de bir taş kapının üstünde hayal kurarken, İstanbul’da, Edirne’de, Van’da, Artvin’de, her yerde aniden beliriveririz.
Ben zeytin ağaçlarını çok severim.
Ne kutsallığından, ne bereketinden, ne meyvasından, ne yağından.
Ben zeytin ağaçlarını, çocukluğumdan bu yana, bana hayallerimde eşlik ettikleri için çok severim….
Taş bir kapının üzerine yatıp, büyüyüp adam olmayı düşleyen bir çocuğa ya da mutlu, güzel, adaletli, onurlu, huzurlu bir ülkede yaşamayı isteyen bir çocuk babasına eşlik ettikleri için…
Kerimcan KAMAL