7 Haziran 2004, saat 21.30. Önümdeki virajı döndüğümde karşıma Ginolu çıkacak. Dışarısı bu mevsime göre soğuk, ama her zaman yaptığım gibi arabamın camlarını açıyorum, annem sesini çıkarmıyor. Terkibi bu memlekete özgü defne, deniz, yosun ve daha bilemediğim bir dünya kokunun karışımı soğukla birlikte camdan içeri doluyor.
Aslında 1 ay öncesi için sözleşmiştik. Çatalzeytin”in baştan aşağı her tarafının fotoğraflarını çekecektik. Geçte olsa abimden kamerayı, hatundan izni koparıp yola çıkıyorum. Tansu”nun Cafe Pırpıt”ının açılışında orada olmayı istiyorum.
Açılışa yetişemedim. Sahile indiğimde Cafe Pırpıt açıktı. Mankenleri, havai fişek gösterisini filan kaçırmış olmalıydım, ama yine de yoldan yeni gelmiş aç ve yorgun bir adam için yeni açılmış bir cafeden daha iyi ne olabilirdi ki ? Yemeğe oturdum, bir sığırı komple yemiş olabilirim. Korkunç fatura bana gelmedi. Zannımca faturayı proje ve davet sahibi olaraktan Türkay beye gönderdiler. O da bir dahaki sefere sanırım başka fotoğrafçı çağırır. Cafe işletmecisine hayırlı olsun deyip çıkıyorum. Benim beddualarım tutmaz, ama hayır dualarım her zaman tutmuştur. Akşam Gökay beyin masaya koyduğu rakıya kendimi iyicene bandıktan sonra uykuya çekiliyorum.
Ertesi gün balkondan günün doğuşunu geveze bir bülbülle birlikte seyrettikten sonra makine ve teçhizatı yüklenip meşhur Cevat Kelle gibi evden çıkıyorum. Yolumun üstüne sarkmış dutlardan kurtulmak için onları yemek zorunda kalıyorum. Birkaç defne yaprağını avucumun içinde ezip kokluyorum. Memlekette parfüm bedava. Çarşıya inip Pırpıt”a oturma teşebbüsünde bulunuyor ve de hayrettir oturuyorum. Dünkü hesaptan sonra herhalde almazlar diye düşünüyordum. Patron alicenap birisi olmalı.
Takip eden 2 gün boyunca hava ya kapalı, ya puslu, ya yağmurlu ya dalgalı ya da hepsi birdenli oluyor. Sürekli Pırpıt”ın önünde ve buzdolabının yanında oturuyorum. Buzdolabı ile aramda bir şeyler olduğu dedikodusu her an yayılabilir . 2 günlük bu zorunlu Pırpıt kampı boyunca Tansu, Ayşe, Emine yani tüm Pırpıt ekibi, onların yetişemediği zamanlarda Hayret hanım bana sürekli çay, kahve yemek yetiştiriyorlar. Açıldıkları günden beri türbe danası gibi başlarına musallat olmuştum. Sürekli orada olduğum için ıslama ve mantı günlerini de kaçırmadım tabii.
Tam hava muhalefeti yüzünden proje gümleyecek derken hava açıldı. Hemen buzdolabı ile vedalaşıp Ginolu”ya doğru yola koyulduk. Ginolu”nun bütün ağaçları, dikenleri, kayaları sanki Ginolu”nun güzelliklerinin namus bekçisi kesilmişler. Bir tek kare fotoğraf için dikenlerin içinde debelenip durduk. Akşama doğru diken yaraları ve toz toprak içinde sevgili buzdolabıma geri dönüyoruz. Elimizde birkaç fotoğraf var artık.
Ertesi gün hava yine güzel. Bu kez doğu cephesindeyiz. Bu sefer karşımızda dikenler yok ama 1500 metrelik (gerçek yüksekliğini bilmiyorum ama bana öyle göründü) Turkcell ya da Telsim direği var. Direğe doğru çıkarken aklıma Turkcell reklamı aklıma geliyor. “Memleketi sen mi kurtaracan abi ya ?”. Yukarı çıktıkça ellerim soğuktan demire yapışıyor, rüzgar yelkenli gibi elbisemi şişiriyor ve bir yerlerden “yusuf yusuf” sesleri rüzgara karışıp gidiyor. Buradan düşersem yere kaç saniyede çakılırım? Düşünmemeğe çalışıyorum, zaten fenerin şampiyon olduğu alemde hayatın ne kadar anlamı kalmış olabilir ki? Bu yazıyı yazabildiğimden de anlaşılacağı üzere direkten düşmeden iniyorum. Ama bize rahat ve huzur haram. Yeni hedef Çatak Dağı. Tek kurşun atmadan dağı ele geçiriyoruz. Önümüzde TV vericisi. Direğe çıkıyorum, manzarayı perdeleyen ağaçların üstüne ulaştığımda bu güne kadar gördüğüm en güzel memleket manzarası gözlerimin önüne olanca güzelliği ile seriliyor. Çayağzı, Çatalzeytin ve Ginolu, üçü bir yerde. Kameram görüntüyü 102 no ile kaydediyor. Buraya geliş sebebim bu kare olsa gerek. Artık bilgisayarım hep bu görüntü ile açılacak.
Yarın artık son gün. Denizden yapmayı düşündüğümüz çekimler hariç iyi durumdayız. Ama bizim deli denizimiz ben geldim geleli bitmek tükenmek bilmeyen bir hırsla sahili dövmekle meşgul. Denizin üstü köpük köpük , kudurmuş ya da keçileri kaçırmış gibi. Ey güzel Allahım, şöyle akıllı uslu başka denizin yok muydu? Ne kabahat işledik ki bize böyle bir denizi reva gördün?
İlahi yanıt son gün geldi. O deli deniz süt dökmüş kedi gibiydi. Dualarım mı tuttu yoksa bu bizim deli denizin günahına mı girmiştim bilemiyorum. Gerçi daha 1 gün önce cümle TV ve telefon direklerinin tepelerinde dolaşırken bunun pek akıllı işi olmadığını düşünmeğe başlamıştım. Bu deli deniz, buranın insanlarını da kendine benzetiyor herhalde diyordum. (Delideniz kulağıma Karadeniz”den daha hoş gelmeğe başladı.) Her neyse biz 2 saat sonra son çekimler için denizin üstündeydik. Bu denizi seviyorum, hele tekneyle üstündeyken daha da çok seviyorum. Bu kez diken, direk falan olmadığı için resimleri çabucak çekip, denizci tabiri ile yalıya (kıyıya) geri dönüyoruz. Bizim için kahvedeki oyununu yarım bırakıp koşup gelen Salih kaptana teşekkür ediyoruz.
Türkeli”ne gidip resimleri Özgür”ün bilgisayarına yükleyip dönüyoruz. İş bitti, artık küçük bir kahve molası hakkımız. Emin Türkay Öztürk ile kahvemizi içerken oradan buradan, eskiden yeniden konuşup duruyoruz. Kaç gündür fotoğraf çekeceğiz diye dağ bayır dere tepe dolaşıyoruz. Çatalzeytin için. Karşımda oturan adam, çıkardığı gazete ile Çatalzeytin”in tarihini tutan adam. Çatalzeytin uğruna sürgün yemiş, Çatalzeytin”in hukuku için mahkeme mahkeme dolaşmış birisi. Bugün artık çok uzak bir anı olarak kalan Çatalzeytin Festivali”ninin düzenleyecisi. Turizm Derneği , Ginolu Koşusu onun çocukları sayılır. Bugün festival de yok, Ginolu koşusu da. O Çatalzeytin için didinip dururken onu yalnız bırakmış olmanın sıkıntısı basıyor. O zamanlar uzaklarda , yurtdışında olmuş olmam da bu sıkıntıyı azaltmıyor. Tekrar onu dinliyorum. TEDAŞ”ın, Türk Telekom”un ve Tarım Kooperatifinin hizmetlerinin Çatalzeytin”den alınıp Bozkurt”a bağlanmasına içerliyor. Karşımdaki bir Emin Türkay Öztürk oluyor bir Emin Çatalzeytin. İki seçim öncesi Çatalzeytin”ine bu kez resmi olarak hizmet için aday olmuş ama seçilememişti. Gönlünde bir kırıklık var mı bilmem mümkün değil, ama o hala 50. yıl dergisini çıkarmanın, yazın gelen gurbetçilere söz verdiği kartpostalları yetiştirmenin derdinde.
Ayrılık vakti, herkesle vedalaşıp (buzdolabı ile de kesişip) yola çıkıyoruz. Isırganlık”a doğru yaklaşırken yolun iki tarafını sarılı morlu orman gülleri sarıyor. Yılın bu zamanına orman gülü kalmaz, ama onlar sanki bizi uğurlamak için beklemiş gibiler. Koklayıp onlarla da vedalaşıyoruz. Artık memleket geride kaldı, eve ise daha 600 km var. Cebimde Kevser teyzenin bahçesinden toplanmış erikler, ellerimde Ginolu hatırası diken yaraları, arabamın içinde ve dışında memleketin tozu toprağı çamuru, gidiyoruz.
Birkaç gün arabamı yıkattırmayacağım…