“CİYE” almanağının içinde yetişdiğimiz, yetiştirildiğimiz ve o yıllarda sonradan değerini daha önemle idrak ettiğimiz bilgiler, belgeler, anılar, olaylar, milli , yöresel gelenek ve görenekler ile ne kadar yüklendiğimiz konusunu işlemek, yaşıtlarımızı o günlere döndürerek kah tebessüm etmelerini, kah gözlerini nemlendirmeyi, daha sonraki ve genç kuşakları ise geçmişe götürüp dedelerinin, anneannelerinin, anne ve babalarının yoğrulduğu toplumu biraz tanımalarını sağlamak için yazılarımla yer almak istedim.
Yaşıtlarımın (kalanlara sağlık dileklerimle) beni tanımaları bir yana, daha genç kuşaklar için kısa bir biyografi sunmam gerektiği kanaatindeyim.
1943 İstanbul Zeynep Kamil doğumlu olan, ilkokul 1-2. sınıfları İstanbul Vefa semtinde, 3-4-5. sınıfları Çatalzeytin’de okuyan ben OKTAY ILGAR, memleketim ile 8 yaşından itibaren İstanbul’dan gelen bir çocuk olarak tanıştım. Feyiz aldığım Yusuf ve Elmas Hocalarımı şükranla anıyorum.
Benim ve aynı zamanda memleketimin dramı ilkokul sonrası çocuğunu okutmak isteyen anne ve babaların yaşadığı olumsuzlukların ortaya konulmasıyla anlaşılabilir ve genç kuşaklara da hikaye (!) tarzında gelebilir.
Yıl 1954… İlkokulu bitirmiş oğlunuzu okutmak istiyorsunuz. Çatalzeytin’de ortaokul yok.
Babanız İstanbul’da işi bozulmuş ve memleketine dönüş yapmış Çatalzeytin Çelebiler Köyünden küfeci HALİT ILGAR. Anneniz Çatalzeytin Merkez Mahalleden Emin Yelkenci (Makineci Çavuş) kızı AZİZE ILGAR. İstanbul’dan dönüş yapmış ve dedemin Çatalzeytin’deki evine sığınıp yaşamımızı sürdürmekteyiz. Bu arada unutmayalım 2 ablam ve 2 de erkek kardeşim daha var. Ben ortancayım. Baba aydın biri. Öndeki 2 kızını okutamamış. Hatta büyük kızı Bilgi, öğretmen okulu kapısından Çatalzeytin’e göç nedeniyle dönmüş. Baba ruhunda bir eziklik yaşıyor.” Bari ilk oğlumu okutayım” düşüncesi ama imkansızlığı onu kahrediyor. Neticede beni İzmir Tire ilçesinde bulunan amcalarımın yanına gönderiyor. Ben Tire’ye yalnız gidiyorum! Orta biri orada okuyorum ve ikiye geçiyorum. Baba bu ara geçim gailesi ile gurbete çıkmış. İzmit Kandıra’da çalışıyor. Bana” ikinci sınıfı Kandı ra’da okuyacaksın” diyor. Beraber yaşıyoruz. Çatalzeytin’de 4 çocuğu ve karısı var. Geceleri uykuda saçlarımı okşuyor. Aslında benimle birlikte diğer çocuklarını ve eşini okşuyor. Nasıl bir özlemdir. . ? Yazabilir misiniz… ?
Bütün bu özveriye karşın ben o sene sınıfta kalıyorum. Yılmıyor, devam diyor. Tekrar hayatımıza devam ediyoruz ve orta üçe geçiyorum. İşleri bozuluyor ve” İzmit’e geçeceğini ve artık beni taşıyamayacağını, Çatalzeytin’de de ortaokul açıldığını ancak üçüncü sınıf olmadığını benim memlekete gidip bir sene bekleyerek ortaokulu orada bitirmemin gerektiğini” söylüyor.
Çatalzeytin’e ikinci gelişim. Bir sene bekliyorum. Orta üçü orada okuyup mezun oluyorum.
Ne acıdır ki 5 yıllık bir sürede ortaokulu bitirebiliyorum. Bu arada Atakan Uğuz, Özkan Çağlar, Kadriye Karaosmanoğlu (Işıldak) , Şermin İnce, Hadi Kaya ve niceleri ile son sınıf arkadaşlığı yapıyoruz. Ortaokulumuzun da ilk mezunları oluyoruz.
Burada Müdürümüz ve Almanca Hocamız rahmetli YAŞAR KÖKLÜ’yü anmadan geçmemiz, biz ilk mezunlar açsından da çok saygısızlık olur. Nur içinde yatsın. O dönem de ona vefasızlık etmedi ve iyi bir kadro yetişti.
Ben de bu kadronun neferlerinden biriyim. Öyle farklı bir konumdayım ki. Daha Ortaokul açılalı bir yıl olmuş. Sayın Yaşar Köklü müdürümüz bir dolu sorun ile uğraşıyor. Okulun ikinci eğitim yılında elinde 3. sınıf tasdiknamesi ile ben müracaat ettiğimde” Almanca notların iyi görülüyor, yazık bir sene arada unutursun Almanca derslerine gel gir” diye bir öneride bulunuyor ve böylece aramızda bir diyalog başlıyor. Bir müddet sonra” gel bana okulun idari, yazışma ve öğrenci dosyalarının oluşturulması gibi konularında yardım et” diyor. Buna benzer, daha ziyade marangozluk, tamirat, tadilat gibi konularda da içimizden Atakan Oğuz (sanırım sonra Uğuz) ‘dan da faydalanıyor. Bu teklif bana gelecekte neler kazandırıyor, ancak ileri ki yaşlarda bunu idrak edebiliyorsunuz. Adeta bir idarecilik stajı görüyor ve üstüne olmadık bir başka olumlu olayla karşılaşıyorsunuz. Bu nedir. . ?
Okulun önüne bir gün kapalı kasa bir kamyon geliyor. Üzerinde MEB/Milli Eğitim Bakanlığı yazıyor. Bir kamyon kitap ve ansiklopedi…. Bırakıp gidiyor. Sayın Hocam bana dönüp” Şu odayı kütüphane yapalım ve sen bu kitapları yerleştir ve sorumlusu ol bakalım” diyor.
Evet ben bu işi severek yapmakla kalmıyorum, önceleri raflara bir düzen içinde yerleştirirken tanımaya çalıştığım TOLSTOY, DOSTOYEVSKİ , BALZAC, ZOLA, HEMINGWAY gibi yazarların yeni basılmış ve” DÜNYA KLASİKLERİ” diye lanse edilen eserlerini teker teker okumaya başlıyorum. O zaman TV yok, radyo sınırlı adeta yok gibi… Vaktim var… Anadolu’nun bu uç kesiminde bir vaha bulmuşum, bir suyu içmek kalıyor. Ben bu suyu içtim… Bu klasiklerin pek çoğunu okuyarak tanımanın ötesine geçip, anlamaya çalıştım. O yaşta HALİKARNAS BALIKÇISI’nın Cevad Şakir Kabaağaçlı olduğunu, ORFOZ’u nasıl avladığını, Halikarnas’m aynı zamanda BODRUM olduğunu, Klimanjora’nın Karları’nı, Hemingway’in Key West açıklarında nasıl KILIÇ BALIĞI avladığını İstanbul’ da kaç kişi biliyordu ki… ?
Ya LUMBOZ kelimesini? Lise birinci sınıfta denizle ilgili bir kompozisyonda kullandığımda Sayın Hocam Üsteğmen Arif İkizoğlu” bu donanımı nasıl edindin?” diye sınıfta sormak durumunda kalmıştı.
Bu arada hayatımın 1971-1990 arasındaki bütün yazlarını Bodrum’ da geçirmemin ve 2002 yılında ise daha Türkiye’ den kimsenin gitmediği (şimdilerde moda) Key West’e gidip Ernest HEMINGWAY’ müzesini ziyaretimde, bir St Petersburg gezimde kesinlikle Dostoyevski ön yargılarım vardır.
İşte Sayın Köklü Hocam ve benim mütevazı, suskun Çatalzeytin’im bana bu imkanı ve fırsatı yarattı.
Kadriye ve ben mezunların en başarılısı olduğumuz için. Sayın Yaşar Köklü’nün gayretiyle Devlet Parasız Lise İmtihanı’na göderiliyoruz. Kastamonu Abdurrahmangazi Lisesi’nde imtihana giriyoruz. Sorulan hiçbir soruyu çözemiyoruz. Sorular bize çok uzak ve zor geliyor.
Sanki bugünlerin Şırnak-Hakkari örneği gibi…
Bu arada şu hususu da yöremizin tanınabilmesi açısından zikredeyim; ilk Çatalzeytin’e geldiğimiz 1952 li yıllarda kara yolu yok, yegane ulaşım denizden. 4 yıl sonra ise Kastamonu’ya imtihan için kara yolu ile gitmiştik.
Buradan sonraki hayatım Çatalzeytin ile bağlantılı olmadığı için ve sizlerin merak edip öğrenmek istediğiniz yöremiz konularını kapsamadığından özet geçmeyi yeğliyorum.
Ortaokul sonrası Bursa Işıklar Askeri Lisesine girdim. Sene 1958-59 ve 1959-60… Bu arada 27 Mayıs yaşadık. 1960-61 yıllarında ise o sene okul Personel Okuluna dönüştürüldüğünden öğrenciler kura ile diğer iki askeri lise olan Kuleli ve Erzincan Askeri Liselerine nakledildiler. Bana da Erzincan çıktı. Böylece Erzincan Askeri Lisesi mezunu olarak 1962-63 döneminde Kara Harp Okulu’na geldim. 20-21 Mayıs 1963 olaylarına karışan öğrencilerden olmam hasebiyle (hoş karışmayanlarda dahil) tüm okul (1459 öğrenci) Harbiye’den çıkarıldık.
Ne yapalım? Hayat devam ediyor… O sene tüm arkadaşlar Üniversite’lere dağıldık ve tamamen başka alanlarda eğitim almaya başladık. Bana da İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi düştü. Ne güzel sırtımızı Devlete dayamış okuyorduk ve bir sene sonra teğmen olup geleceğimizi ve ailemizi kurtaracaktık. Tekrar bir açmaz ve tekrar bir yoksulluk başladı…
Önce Kredi Yurtlar Kurumu’undan kredi aldım. Yetmedi. İstanbul Defterdarlığı’nın açtığı imtihana girerek Devlet Memuru oldum ve Galata Vergi Dairesi’nde 4, 5 yıl çalıştım. 1968 yılında mezun olup özel sektöre çıktım. 5 yılda özel sektörde çalıştıktan sonra Karaköy’ de Mali Müşavirlik Büromu açıp halen yapmakta olduğum mesleğimi (SMMM) icra etmeye başladım.
Mesleğimi, memleketimi, insanları herşeye rağmen seviyorum ve fayda yaratmaya devam ediyorum…
Bütün bu yazdıklarımı da gençlerimizi bir nebze geçmişe ve oradan esinlenerek geleceğe dönük iyimser duygularla yüklenmelerini sağlamaya yönelik olarak kaleme aldım.
Yoksa ben zaten OKTAY ILGAR’ım…
Çatalzeytin’den ve arzu etmememe rağmen bir nebze de Çatalzeytin’e parelel olarak kendimden bahsetmek durumunda kalarak, asıl Çatalzeytin’lileri geçmişe dönük bilgilendirebilmek amacıyla, benim yaşantımda ve dağarcığımda bulunan bazı bilgileri, tesbitleri, anekdotları sîzlere aktarmak bu girişimin temel konusuydu.
Şöyle bir sıralayalım;
O günlerden aklımda kalan ve yaşlandıkça ne kadar doğru bir uygulama olduğuna inandığım bir gözlemim, Çayağzı dediğimiz yerdeki bostanlara gitme olayımızdır. Her evin Çayağzı’nda 300-500 m2 bostanı vardı ve bu bostanlar çaydan gelen su ile sulanırdı. Yani sulama düzeni hazırdı. Yazları her akşam saat 17. 00 gibi annemiz bizleri toplar (yardım için çocuklarını) eşeğimiz önde bizler arkasında Çayağzı’ndaki bostanımıza giderdik. Yarım saatlik bir mesafe. Bizim gibi tüm komşular da aynı şeyi yapardı. Bostanımızı çapalar, otları temizler, yetiştirdiğimiz sebze ve meyvelerden toplar, bu arada bostanımızı sular ve günlük taze sebze ve meyvemizi yükleyerek yine aynı yoldan evimize dönerdik. Yolda da diğer hemşehrilerimizle karşılaştıkça sohbet eder, hal hatır sorardık. Kapalı bir ekonomik yaşam tarzı. Olabildiğince kendi kendine yetme uğraşı. Akşam üstleri yapılan bir yürüyüş, bostandaki hareketler bir spor, komşularla bir diyalog ve yardımlaşma… Tüm bunlar bugünün başka şekilde yapmaya çalıştığımız paralı aktivitelerinin bedelsiz karşılığı.
Şimdi o bostanlarda apartmanlar var. Bize de o günleri böyle anımsatmak kalıyor… .
Ya ahşap evlerimiz… Hele sahilde sıralı olan ve Çarşı’nın iki yanına uzanmış bulunan evlerinlerin görüntüsü… Çarşı’ nın taş döşemesi, ortadaki şadırvan… . Çarşı’dan dedem Makineci Çavuş’un evine ve Nuhlar’ a kadar uzanan yüzlerce basamak merdivenler… Bu merdivenlerin tam orta kısmına rastlayan bölümde (Şaban Köyü Mevkii hizası) yine dedemin ve diğer yaşlıların dinlenmeleri için yaptırdıkları taştan oturma yeri… Şu kadar söyleyeyim eski Çatalzeytin daha güzeldi…
Şimdi gözlerimin önüne sahilde pazaryeri dediğimiz mevkiinin altında duran yaklaşık 10-12 metre boyundaki, ağaçtan yapılmış, siyah renkli (zift ile kaplanmış) ve sadece iskeleti kalmış, o günlerde bize söylenen ismi ile dedemin KÜTÜK KAYIĞI geliyor. İlkokuldaydım, yıllarca sahilde durdu. Sonra ne oldu bilmiyorum. Sanırım çürüdü gitti. Bu kayık, dedem ile aramızda gelişen ve sîzlere bu satırları aktarmama vesile olan yöremize ve kökenimize ait bilgilerin edinilmesine neden olmuştur.
O kütük kayığı sahilde mahsunca ve yıllaca geçmiş dönemlerin simgesi olarak durmuştu Keşke o iskelet bugün sahilde parkta sergilenebilseydi. .
Sorardım ” bu kayık ile ne yapıyordunuz?” Çatalzeytin’e ilk bez yelkeni getiren ve dikimini yapan ve soyadı kanunu ile de kendisine YELKENCİ soyadını seçen dedem EMİN YELKENCİ (namı diğer MAKİNECİ ÇAVUŞ) işte bu yazıları kaleme almama sebeb olan tarihi sayılacak anılarını bana nakletmeye başlamıştı.
” Buradan Zonguldak 120 mil, İstanbul ise 240 mil’dir. Karşımızdaki Kırım da buradan 120 mil’dir. Bu kütük kayığı ile Kırım’ a gidiyorduk. Motor yok. 6-7 kişi kayığa akşamdan biniyoruz ve dışarı rüzgarının çıkmasını bekliyoruz. Dışarı rüzgarı (bu gün keşişleme – gün batısı) biz de karadan denize doğru esen rüzgardır. Yatakları kayığın içine seriyoruz, yelkeni açıyoruz, dümene bir kişi oturuyor ve rüzgar bizi kuzeye Kırım’a doğru bütün gece götürüyor. Gündüzleri rüzgar genelde poyraz estiği için bizler kürek ile devam ediyoruz ve 4 gece sonunda Kırım’ a varıyoruz.” Peki dede neden gidiyorsunuz? Ne yapıyorsunuz? diye sorduğumda;” Ticaret için gidiyorduk. Gelirken kaya tuzu ve şeker getirirdik. Kaya tuzu hayvanlarımız için çok gereklidir. Tuz yalamaz ise hayvanın eti oluşmaz” derdi.
Bir sohbetimizde de” Kırım’dan göç ettiğimizi” söylediğini hatırlarım.
Bildiğimiz kadarıyla altı kere evlenmişti. Dayılarım ve teyzelerim bu nedenle pek çoktu. Beş hanımı vefat etmişti. Altıncı defa evlenmek istediğinde annem” baba bizi utandırma, 85 yaşından sonra hanımı ne yapacaksın?” diye yakındığında verdiği cevabı o gün anlamadıysam da, bu gün sizlere yazacak ve duyuracak kadar anlamlı buluyorum.
” Kızım ne diyorsun? Sırtımı ısıtsa yeter…”
Aradan seneler geçti. Bizler büyüdük, yaşlandık… İmkanlarımız ve merakımız ölçüsünde dünyayı gezmeye ve insanları tanımaya özellikle özen gösterdik. Bir gün TDİ-KARADENİZ GEMİSİ ile Varna – Köstence – Odesa – Sivastopol – Yalta şehirlerine bir gezi tertiplendiğini duyduk. Dedemin” Kırım’dan göç etmişiz” sözü ve Giresun’lu şöför arkadaşın” evet Azak Denizin’den gelen bir kol Giresun’dan sonra devam edip, Çatalzeytin’de yerleşmiş” deyişleri benim bu geziye katılmama en önemli sebeb oldu. Sivastopol ve Yalta Kırım’ın iki önemli şehri. Özellikle Yalta, Çatalzeytin’in kuzeye taşınmış hali. Tabii daha güzel, daha büyük ve Bodrum’vari bir yer. Otelin camından Karadeniz’e bakarken, sanki karşı kesimde Çatalzeytin’i arar gibi oluyorsunuz ve bir ömür oradan buraya (o zamanki adıyla Rusya’ya) baktığınızı anımsıyorsunuz.
Kırım Türk’lerinin nerede olduklarını öğrenerek, teleferik ile deniz kenarından tepelere doğru çıkmaya başladık. Hani bize göre çarşıdan Eyvas Köyüne çıkmak gibi… Bir yaylaya çıktık. Uludağ misali, kalabalık. Çadırlar kurulmuş, kazanlar da yağlı et yemekleri, pilavlar, tatlılar ve her taraf piknikvari aş evi görünümünde. Herkes TÜRK… İstanbul şivesine yakın Türkçe konuşuyorlar. Yüzleri soğuktan yanık. Çingene misali karalar. Hepsi Tatar Türkü… Geniş suratlı ve çift çeneliler. Ben de öyleyim. Demek ki biz buralıyız. Ama nasıl doğrulatalım. Bana oradaki görüştüğüm esnafın naklettikleri” biz başka iş yapamayız, tarımla ve böyle işler ile uğraşırız. Devlet kapısında iş vermezler, pek çoğumuz da daha içeride bir yerleşim alanı olan Bahçesaray’ da otururuz.” şeklinde.
Hemen ertesi gün Yalta’dan Kırım’ın 125 km kadar iç kesiminde bulunan BAHÇESARAY şehrine gittim. Ne Ukrayna’sı, ne Rusya’sı. Herkes TÜRK. Ortada tarihsel bir cami ve etrafında medrese ve müze… . Enfes bir gezi alanı ve tarih. Sanki Bursa ‘da gibisiniz.
Ne yapabilirim? Bilgiyi veren dedem bir adres vermedi ki!
Sadece gözlemledim ve Çatalzeytin’deki AZAKLIOĞULLARI’nın bu yöreden Karadenizi dolaşarak Çatalzeytin’e gelip yerleştikleri kanaatim daha da güçlendi.
Biraz önce yazımın içinde Giresun’lu bir şoförden bahsettim. Çatalzeytin’in tarihçesi için bu çok ilginç bir raslantıdır. Takriben 13 yıl evvel Şişhane Büyük- hendek (Kule) Caddesinde kapılarında” Azaklıoğlu Ticaret” yazan bir elektrik malzemesi kamyonuna rastladım. Araba Giresun plakalı idi. Camına vurup şoföre” burada Azaklıoğlu Ticaret yazıyor, ben de Azaklıoğlu isimli bir sülaledenim. Ancak Çatalzeytin’liyim. Sizin ise memleket Giresun… Bir ilgimiz olabilir mi?” diye sordum.
Aldığım cevap” evet ağabey, bizler Kırım’dan yola çıkıp, Karadenizi dolaşıp Giresun’a gelip yerleşmişiz. Bir grubumuz da devam edip Çatalzeytin’e gelip yerleşmiş. Biz de zaman zaman büyüklerimizden bir grubun ayrılıp gittiğini duyardık.” şeklinde oldu.
Dağarcığımdaki bu bilgiyi de böylece yöremizin bir grup insanının tarihçesi olarak sizlere aktarmak istedim.