Kore Hatıralarım – Nurettin Yılmazer

26 Eylül 1950 günü akşamı İskenderun Limanı’ndan Kore’ye gitmek üzere ayrılan USNS General W.G. Haan isimli nakliye gemisinde Kore 1. Türk Tugayı’nın 2. kafilesine ait toplam 2.461 Türk askeri bulunmaktadır. Bu askerlerden biri de Alay Karargahı Harekat Şubesi Yazıcısı, Çatalzeytin 1929 doğumlu, piyade er Nurettin YILMAZER’dir. Okuyacaklarınız kendisi ile 1 – 5 Temmuz 2015 tarihlerinde yaptığımız söyleşilerimizden derlenmiştir.  Yazı, fotoğraf ve notlar : Selçuk YILMAZER 

Kore Dağları. Ayaktakiler soldan sağa Alay Komutanı Albay Celal Dora, Emir Subayı Yzb. Halim Irsoy, İkmal Subayı Yzb. Cihan Kumbasar, Harekat Subayı Yzb. Abbas Yurdakul. Önde Harekat Şubesi Yazıcısı Nurettin Yılmazer.
Kore Dağları. Ayaktakiler soldan sağa Alay Komutanı Albay Celal Dora, Emir Subayı Yzb. Halim Irsoy, İkmal Subayı Yzb. Cihan Kumbasar, Harekat Subayı Yzb. Abbas Yurdakul. Önde Harekat Şubesi Yazıcısı Nurettin Yılmazer.

 

ASKERE GİDİŞ
“1929 Çatalzeytin, Kastamonu doğumluyum. 1949 yılının 10. ayında gittim askere. İstanbul’da Şeref Stadı’nın karşısındaki askerlik şubesinden Gülhane Hastanesi’nin eri olarak Kartal Maltepe’ye gönderildim. Oradan bizi eğitim için Karadeniz Ereğlisi’ne yolladılar. Eğitim bitince Ayaş 241. Piyade Alayı’na gönderildik. Kore’ye asker gönderme kararı alındığında piyango bizim alaya çıktı. Alayı önce Sarıkışla’ya sonra Etimesgut Zırhlı Tugayı’na taşıdılar. Başka birliklerden alınan takviyelerle alayımız tugay seviyesine çıkartıldı.”

“TOPHANELİ”
“Karargahda forsum yerindeydi. Bana “Tophaneli” derlerdi. Albay beni çok severdi. Şöyle “Tophaneli” derdi bana. Bir gün nöbetçi subayı “Karargah Bölüğü Karargah Takımı içtimaya dedi!” Gittik; sandalyenin üstünde bacak bacak üstüne atmış kara bir adam, Albay Celal Dora. Herkes önünden geçerken künyesini okuyor. Benim önümden birisi “Hulusi falanca Ereğli” dedi. Ona “Geç şöyle” dedi, onu aldı. Sonra “Devam edelim” dedi, ben geldim. İşte “Abdullah oğlu Nurettin Yılmazer 1929 İnebolu” dedim ben. Şöyle süzdü beni adam. “Sen de geç oraya” dedi. Emir subayına döndü,, “Şunu hareket şubesine, bunu falan şubeye” diyerek seçtiklerini taksim etti. Şimdi “Ne iş yaparsın sen?” dedi bana. “Şekerciyim” dedim. “İstanbul Boğazkesen Tophane’de dükkanımız var”. Birden “Vay Tophaneli!” dedi bana. “Tophaneli” kaldı benim adım.”

Birliklerimizi taşıyan USNS General W.G. Haan isimli nakliye gemisi.
Birliklerimizi taşıyan USNS General W.G. Haan isimli nakliye gemisi.

 

KORE’YE YOLCULUK
“Etimesgut’tan trenle İskenderun’a gittik. Bizi Kore’ye götürecek Amerikan nakliye gemisini bekliyoruz. İskenderun’da sıcaktan bayılanlar oldu. Gemi gelene kadar bizi Atik Yaylası’na çıkardılar. 1 hafta orada gemiyi bekledik. Gemi gelince yayladan tam teçhizat, 36 kg yükle, 1.5 saat yürüyerek İskenderun’a inip, gemiye bindik. Aynı akşam denize açıldık. İskenderun’dan ayrıldıktan sonra gemimiz Süveyş Kanalı’ndan geçip, Hint Okyanusu’na açıldı. Sri Lanka’nın Kolombo limanında ikmal yaptık. Gemi tekrar hareket ettiğinde bir daha kara yüzü görmeden Güney Kore’nin Pusan limanına ulaştık. Deniz sakindi, yolculuğumuz 23 gün sürdü. 19 Ekim günü vapurdan indik, trene binip Daegu kentine gittik. Beraberimizde getirdiğimiz teçhizatlarımızın tümü Amerikan teçhizatları ile değiştirildi. Eski teçhizatlarımız Türkiye’ye geri gönderildi. 1 ay kadar bu yeni teçhizatlarla eğitim yaptık. Bu arada Amerikan ordusunun Çin sınırına dayandığı, savaşın artık bitmek üzere olduğu söyleniyordu. Savaş bitti diye sevinenler bile vardı.”

ALAYIN LAĞVI
“Kore’de alayı lağvetti, Tahsin Yazıcı Paşa. Sancağı istedi albaydan. Şimdi tugay karargahı subayları ile alaydaki subaylar arasında zıtlaşma başladı. Tugay karargahındaki subaylar bile albayı tutuyor. Eğriboyun topladı komutanları bir akşam. Eğriboyun derdik biz ona, Tahsin Yazıcı Paşa’nın, biraz boynu eğridir. İşte izahat verdi, “Cephe şöyle, cephe böyle” falan diye. Sonra albaydan sancağı istedi. “Sancağı ver” diye. Albay da vermiyor. Daha evvelden bir zıtlaşma başladı ya az çok. “Güç kullanırım!” dedi Tahsin Yazıcı. “Gücüne güç!” dedi Celal Dora da. Toplantı bitince Albay hemen geldi oradan, sancağın başındaki Muhafız Takım Komutanını çağırdı. “50 metreden içeri yaklaşan olursa parola bilse de bilmese de geleni vuracaksınız!” dedi. “Kim olursa olsun! Ben gelsem, beni de vuracaksınız!” dedi. İş karıştı, eyvah dedik biz o akşam. Birkaç gün sonra gelen Kolordu emri ile Tugay Daegu’dan ayrılıp kuzeye, Seul’e doğru hareket etti.”
(Not : Alayın lağvı ve sancağın geri istenmesi olayı Albay Celal Dora’nın hatıralarını yazdığı 1963 yılında basılan 502 sayfalık “Kore Savaşında Türkler” adlı kitapta ayrıntıları ile mevcuttur. Celal Dora “241. Alayın Türk Ordusu ile birlikte kurulduğunu, ancak milli irade tarafından lağvedilebileceğini, sancağının ise Cumhurbaşkanı tarafından alay komutanına emanet edildiğini ve ancak ona iade edilebileceğini” öne sürerek sancağı vermemiştir. Tahsin Yazıcı Paşa da aynı yıl “Kore Birinci Türk Tugayı Hatıralarım” isimli 384 sayfalık bir kitap yayınlamış, bu kitabın yaklaşık 30 sayfalık bir bölümünü Albay Celal Dora’ya cevap olarak ayırmıştır. Tahsin Paşa tarafından 3 Kasım 1950’de lağvedilen 241. Alay 1 ay sonra 7 Aralık 1950’de tebliğ edilen Genelkurmay emri ile tekrar teşkil edilmiş ancak 29 Kasım 1951 tarihinde gelen başka emirle bir kez daha lağvedilmiştir.)

 

KUNURİ
“Bir haber geldi. 65.000 kişilik bir Çin Ordusu Güney Kore ordusunu vurup dağıtmış. Çinliler büyük bir hızla güneye doğru iniyor. Bizi destek için hemen o cepheye yolladılar. 50 Km’lik bir cepheyi tutmamız isteniyor. Ben o zaman alay haraket şubesinde yazıcıyım. Biz cephe hattına gidiyoruz. Yolun sağından birerli kolda yürüyoruz, yolun solundan da birerli kolda Güney Kore askerleri başıbozuk halde geri dönüyor. Biz onlara selam veriyoruz, ama onlar hiç konuşmadan yollarına devam ediyorlar. Sonradan öğrendik ki onlar esir aldıkları Güney Kore askerlerinin kıyafetlerini giymiş vaziyette arkamıza sarkan Çin ordusunun askerleriymiş. Boy pos, görünüş olarak biribirlerine çok benzedikleri için rahatça yanımızdan geçip gittiler. Akşam saat 8 olduğunda bir çatırtı başladı. Her tarafımız kuşatılmıştı. 4 gün boyunca çemberden çıktık, başka bir çembere düştük. Çemberden çıktık, çembere girdik. Zayiatımız asker ve teçhizat olarak çok ağırdı. Güneye, Amerikan savunma hattının gerilerine çekilmemiz gerekiyordu. Cemselere bindik. Dar bir vadiden geçiyoruz, vadinin bir tarafı çam ormanı bir tarafı çıplak. Biz çıplak olan taraftan ilerliyoruz. Artık birliğin bütün ağırlığı yola, yani iki tepe arasına girdi. Öyle bir patırtı başladı ki aniden, arabalardan yolun şarampolüne zor attık kendimizi. Kurşun yağıyor üstümüze. Tüfekleri çıkarttık ama başımızı çıkartamıyoruz ateş etmek için. Kıyamet kopuyor. Tamburlu makinalı tüfeklerle tarıyorlar bizi. Bizim hemen arkamızda 4 namlulu bir uçaksavar cemsesi vardı. Erin birisi cemseye çıktı, daha uçaksavarı çalıştıramadan vuruldu, düştü. Derken, hemen arkadan bir teğmen atladı cemseye, uçaksavarı çalıştırdı. 4 namlu, mermiler,  dakikada 2.000 mermi. Darrrrrrr diye başladı ateşe. Bodur çam ağaçları var. Ağaçlara ateş ediyor teğmen. Ağaçların üstüne yüzlerce mermi yağıyor. Ağaçlar böyle büzülüyor, bir açılıyor bir büzüşüyor. Ağaçlarda pusuya yatan Çin askerleri şapır şapır dökülüyor. Ağaçların altındaki çinliler de paniğe kapılıp kaçmaya başlayınca bize hedef oldular. Onlara orada çok ağır zayiat verdirdik. Çemberi yarıp çıkan askerleri orada bizim bir yüzbaşı topladı. İzmir Marşı’nı söyletti bize, avazımız çıktığı kadar, “İzmir’in dağlarında çiçekler açar.!” Kore dağları çın çın ötüyor İzmir Marşı ile. Amerikalılar falan bize bakıyor. Bunlara ne oldu böyle diye. Yönünü kaybetmiş, dağılmış askerler de sesimizi duyup bize katıldı. Toparlanmak için güneye çekildik. Ama o gün o teğmen olmasaydı, biz oradan çıkamazdık.”

Kunuri, Kore
Kunuri’de birliklerimizin hayatını kurtaran Cemse üzerine monte edilmiş 4 namlulu uçaksavar bataryası.

SANCAĞIN KUNURİ’DEN ÇIKARILMASI
“Şimdi sancak 2 kat kumaştan yapılmış. Sancağın iki katını ayırdılar. Bir katını Albay, bir katını da İkmal Subayı Yüzbaşı Cihan Kumbasar bellerine sardılar. Sancağın direğini de jipin altına sürdüler. O şekilde kaçırdılar sancağı. Daha sonra Alay yeniden teşkil edilince, Kimpo’’da sancağı terziye götürdüler. O esnada Kimpo’da bütün sokaklar, caddeler tutuldu. Sancağın iki katını terziye diktirdiler. Sancak yine eski halini aldı.”
(Not : Kunuri’de Türk Tugayının hemen yanında bulunan Amerikan 2. Tümeni de aynı saatlerde yoğun Çin saldırısı altındadır. Saldırıda taburunu kurtaramayacağından endişe eden tabur komutanı Albay Zacherle, sancağının düşman eline geçmemesi için üzerine benzin döküp, yaktırır. 1.000 kişilik taburdan geriye 266 kişi kalmıştır. Her yıl 30 Kasım’da bu taburda yapılan anma töreninde, tabur sancağı üzerine benzin dökülerek yakılır. Kültür farkı için çarpıcı bir örnek.)

KUNURİ’NİN RÖVANŞI
“Amerikalılar Çinlilerle başedemeyeceklerine inanmış, Kore’yi boşaltma hazırlıklarına başlamıştı. Çıkarma gemileri limana yanaşmış, hangi birliğin hangi gemiye bineceği bile tespit edilmişti. Amerikan birliklerinin pek çoğu da gemilere bindirilmişti. Bize cebri keşif emri geldiği için biz gemilere binemedik. Bir gün bizim birlikler cebri keşiften 3 esirle döndüler. Gelen esirleri hemen sorguya alındı. Esirlerden birinin üstünden çıkan pantolonun kemerinde bizim askerlerden birinin numarası yazılıdır. Durum anlaşılır, karşımızdaki Çin birliği Kunuri’de bizi çembere alan aynı birliktir. Olay bir anda duyulur. Artık askeri tutmanın mümkünü yoktur. Emir, komuta falan kalmaz, yallah hücum. Mevzilerinden sökülen ve ağır zayiat veren çinliler çareyi kaçmakta bulur.”
(Not : Çinlileri yenmenin mümkün olmadığını düşünerek Kore’yi boşaltmaya hazırlanan Birleşmiş Milletler Ordusu, bu zafer üzerine Kore’yi boşaltmaktan vazgeçer. Savaşın ve Kore’nin kaderi değişir.)

TUZAK EVLER
“Köylerde evin bir köşesinde ocak vardır, durmadan yanar fırın gibi. Evin altı da böyle kanal kanal yapılmış.Yani tabandan ısıtma yapmış adamlar. Çok güzel ısınır. Köylülerin orman sevgisi de müthiş. Öyle rastgele odun keseyim de ocakta yakayım yok. Zamanı gelince ağaçlar budanır, köyün muhtarı odunları ihtiyaca göre taksim edermiş. Şimdi savaş zamanı tabi. Çinliler bu evlerdeki ocakların içine gizliden havan mermisi yerleştiriyorlar. Kış ayındayız. Dışarısı dehşet soğuk. Sen geliyorsun içerisi sıcak diye, gümmmm yallah. Havan mermisi ısınınca patlıyor. Evle beraber uçuyorsun. Soğuktan donsak da bu sıcak boş evlere girmezdik.”

HİNDİ
“Çatışma yoksa yemekler seyyar mutfaktan gelirdi. Çatışma varsa kumanyaya talim. Bir hindi çıkardı, sanki kuzu gibi. Kocca parçayı verirler, onu bitiremezsin yani. Yemekte hindi çıkmışsa, bil ki yarın taarruz var demekti. Tavuk çıkmışsa savunmadayız. Öyleydi. Hindi çıkmışsa eğer, yallah cepheye. Hemen herkes hazırlığını yapardı. Herkes arkadaşları ile, birbiriyle helallaşırdı. Öyle bakardık, bugün yemekte ne çıkacak diye.”

22 – 23 NİSAN ÇİN SALDIRISI
“Bizim birlikten bir keşif kolu çıkıyor. Düşman da bir keşif kolu çıkarmış. Her iki tarafta işini bitirmiş dönüyor. Dönerken bir yol ayrımında birden karşı karşıya geliyorlar. Bir boğuşma, boğaz boğaza kapışma. Bizimkiler biri yaralı, 3 esiri aldılar getirdiler. Yaralı olanı sıhhıyeye gönderildi, diğer ikisini hemen bizim haberalma subayı sorguya aldı. Sorguda giden yaralı esirin yüzbaşı olduğu ortaya çıkıyor. Hemen yaralı yüzbaşı da sorguya alındı. Sorgudan alınan bilgiye göre “Bu gece, 22 – 23 Nisan gecesi saat 8’de, 2 Tümen kuvvetinde bir birlikle bizim Tugaya bindirilecek. Tugay imha edilecek.” Çünkü bizim Tugay onların, çinlilerin başına bela. Savunmaya geçtik. Bir hazırlık, bir hazırlık. Havan bölüğü mermi ile dolduruldu. Havan bölüğü yerleşti, mevzilendi. Bizim piyade, işte herkes önüne bir bubi tuzağı yapıyor bombalardan. Öyle bir geliyorlar ki, saat tam sekizde. Fişekler atıldı, taarruz başladı. Böyle sel, bildiğin sel, insan seli, bayağı akıyor. Havan bölüğü 1 tek havan atamadan ancak namlularını kurtarabildi. O kadar kalabalıklar. Bir arkadaşım vardı 6.Bölükte, makinalı tüfek nişancısıydı. 26 kutu mermi harcamış, saymış böyle, son kutunun son mermisinde gelmiş çinli namluya yapışmış bizim tarafa doğru çevirmiş, o tarafa doğru ateş et diye. Alay ediyor yani. O kadar afyon mu yutmuşlar, ne yapmışlarsa artık. Neyse iki numara tabancayla vurmuş onu. “O da gitti” diyor. “Tüfeği zor kurtardım!“ dedi. Orada zayiatımız şu; 253 er, 8 gedikli, 2 subay. Bizim o kadar zayiat vermemizin sebebi, Amerikan Zenci Alayı idi. Daha çatışma başlayınca zenci alayı yallah toz. Kaçmışlar. Onlar kaçınca Çinliler bizi hemen arkamızdan kuşatmışlar. Bizim haberimiz yok.“

AMERİKAN ZENCİ ALAYI
“Amerikan Zenci Alayı var, 24. Alay. Bizim başımıza belaydı. Bizim sağımızda veya solumuzda ama İngiliz ama Yunan birliği var ise, biz rahattık. Kendimizi emniyette hissederdik. Ama zenci alayı varsa eğer, hep böyle arkamızı, yanımızı kollardık. Çat derken kaçarlardı. Koskoca alay bir anda yok olur mu? Oluyorlardı. Bize o kadar çok oyun oynadılar ki artık onlara hiç güvenmezdik. Birgün bu zenci alayı ile birlikte geri çekileceğiz. Onlar tertibat alacak, biz onların 5 km gerisine çekileceğiz. Biz tertibat alacağız onlar bizim 5 km gerimize çekilecekler. Dedik şunlara bir oyun oynayalım, oyun nasıl olurmuş görsünler. Biz çattan 5 değil tam 30 km geriye gittik. Bizi ancak geceyarısına doğru buldular. Yanımızdan geçip giderken ettikleri küfürler hala kulaklarımızda…”

17 – 18 MAYIS ÇİN SALDIRISI
“Düşman tekrar toparlandı, Seul’ü alacak. Alınan istihbarata göre, 2 Çin Tümeni, Seul’ü alacak. Bizi çiğneyip geçecek. Ateş başladı akşam saat 8’de. Yanaşmaya başladılar. İzli mermiler her yandan örümcek ağı gibi uçuşuyor. Telsiz irtibatı yasak, Çinlilerin Türkçe bilen adamları var, telsizler dinleniyor. Şimdi bizim 2. Tabura haber gitmesi lazım, ama telsiz telefon yasak. Haberi yazıp bana verdiler, “Hadi bakalım yallah!” Yazıyı cebime koydum, sürüne sürüne pirinç tarlalarını falan geçtim. Tam böyle bir tepeyi geçerken önüm birden bire parladı. Parlamasıyla beraber ellerim, ayaklarım dizlerim yerden kesildi. Geldiğim pirinç tarlasına yuvarlandım. O hava basıncı beni oraya attı. 120’lük havan düşmüş önüme. Neyse çıktım çamurun içinden, verdim haberi döndüm. Sabah oldu, Çinliler saat dörtbuçuk, beş gibi hemen saklanırlar. Yani geldikleri yere geri giderler. Bizim 1. Taburun karşısında bir tepe var, Çinli kaynıyor. Görüyoruz, karınca gibi. 4 motorlu uçan kaleler vardı o zaman. O uçaklardan biri geldi. Böyle keçi boku gibi dökmeye başladı bombaları o tepelere. Tepe, mepe kalmadı, yok oldu. “

JİPİ ÇALINAN TÜMEN KOMUTANI
“Amerikan 2.Tümen Komutanı’nın jipi çalınmış. Amerikalılar şokta tabi. Koskoca tümen komutanının jipini kim çalar? Bunu yapsa yapsa Türkler yapar deyip, bize geliyorlar. Tümen Komutanı da dahil, hepsi geliyorlar. Bizim albay diyor ki “Buyurun birlikte bakalım.” Yapacak birşey yok. Bizimkiler jipi almış, getirmişler. Telsiz şasesini tam sökememişler. Oradan tanımışlar jipi. Tümen Komutanı “Thank you, very much.” diye teşekkür ede ede aldı gitti jipini. Cephede bütün araçlar Amerikan malıydı. Jiplerin kontak anahtarı üzerlerinde sabitti. Aklına gelen jip çalardı. Burda biner, şurada iner, bırakır giderdi.”

ASKERİ MAHKEME
“Bir gün alaya 2 kadın geliyor. Üstleri başları kan revan içerisinde. Tecavüze uğramışlar, şikayete geliyorlar. Albay duyunca küplere bindi. “Toplanın” dedi, bütün birlik toplandı. Emir verdi, safların araları açıldı. Albay kadınlara dönerek, “Dolaşın bakalım bulabilecek misiniz?” dedi. Kadınlar safların arasında dolaşıp tecavüzcüleri hemen buldular. Albay elindeki harbi ile adamları bir güzel dövdü. Harbi vurdukça “vın, vın” ötüyordu. Peşine askeri mahkemeyi topladı, 32’şer yıl hapis. Albay böyle adi suçlara, tecavüze çok, ama çok kızardı.”

TABURA YENİ TERCÜMAN
“Ön cephedeyiz. Düşman karşı tepeleri terk etmeğe başlamış. Ancak bizim teğmen o bölgenin, o paftanın haritasını yanına almamış. Yüzbaşım bana “Koş.” dedi, “Şuradan bir arabaya atla git, o paftaları hemen al gel.” dedi. Gittim paftayı aldım, tam döneceğim, arkamdan bir ses “pişt, şışştt” falan diyor. Döndüm baktım, yeni gelen yedeksubaymış. Tercüman olarak göndermişler, Amerikalılar oraya bırakıp gitmiş. “Hoop asker!” diye bağırdı. Harici şapkalı, jilet gibi ütülü pantolon falan. “Buraya gel” dedi, gittim, selam verdim. “Hoşgeldiniz teğmenim!” dedim elimi uzattım. Elim havada kaldı. Elini vermedi bana. Başladı emirler yağdırmaya. “Valla ben buraya görevli geldim teğmenim, hemen dönmem gerek.” dedim. “Sana şu çantayı al jipe koy diyorum lan!” dedi bana. Yazdım bir kenara. Neyse, bindik jipe gidiyoruz. Bir 3 yol ağzında indik. “Teğmenim” dedim “Düşman burayı durmadan havanla döver, ikmal alamayalım diye. Biz burada ustalaştık. Havan ne zaman nereden gelir, sesinden anlarız.” dedim. “Burayı geçene kadar ben ne dersem, ne yaparsam siz de öyle yapın. Başka türlü buradan geçemeyiz” dedim. “Tamam!” dedi. Şimdi öyle bir yere geliyoruz, ben çöküyorum. Öyle bir yere geliyoruz, ben birden yatıyorum. Teğmen de benle beraber bir çöküyor, bir yatıyor. Emir subayı yukarıdan bizi görmüş, benim yüzbaşıya “Abbas gel bak! Senin Tophaneli yine bir naneler yiyor!” demiş. Neyse biz yata kalka çıktık tepeye. Teğmenin üstbaş toz toprak içinde. Şimdi Albay soruyor “Yahu asker, teğmenim, nedir bu hal?” Teğmen diyor “Efendim, havan şeyine rastgeldik.” Albay gülüyor, herkes biliyor tabi. Emir subayı bana dedi ki “Yahu Nuri, madem adamı buraya kadar getirdin. Al 3. Tabura teslim et bari. Tercüman bekliyorlardı.” Tercüman bir daha benle gitmek istemedi.”

UĞURSUZ GAZETECİLER
“Hikmet Feridun Es ve Semiha Es Hürriyet Gazetesi’nin harp muhabirleriydi. Alayda bir de Cumhuriyet muhabiri Faruk Fenik vardı. Albay, bu karı koca Es gazetecileri uğursuz diye alaya sokmazdı. Onlar ne zaman alaya gelse biz mutlaka topçuya yakalanırdık. Onlar geldiği zaman, tak düşman topçusu hemen tepemizde. “Vınnn, vınnn” gelirdi top mermileri.”

JAPONYA İZNİ
“Kore’den Japonya’ya izinli gittik. Tokyo sokaklarında birkaç arkadaş yolun kenarına oturmuşuz. Yolun başından doğru 3 tane kız geliyor ki, melez oldukları belli, ama hepsi bir afet. Tam yanımızdan geçerken dedim ki “10 aydır Kore dağlarında dolanıyorum. Şu kızı bana verseler 10 sene daha dolanırım!” Biz gülüştük. Kızların hepsi bir den durdu, içlerinden biri bana döndü verdi, veriştirdi. Hem de Türkçe! Önce özür diledik. Sonra oturduk konuştuk. Meğer annesi Japon, babası Karadeniz’den Japonya’ya gelmiş bir inşaat işçisiymiş. Bizdeki kısmet işte.“

Nurettin Yılmazer. Japonya izni sırasında Tokyo'nun meşhur Ginza caddesinde çekilmiş bir fotoğraf, 1951.
Nurettin Yılmazer. Japonya izni sırasında Tokyo’nun meşhur Ginza caddesinde çekilmiş bir fotoğraf, 1951.

BİR GÜNLÜĞÜM VARDI
“Bir defterim vardı, günlüğüm. Şöyle kalın. Her gün yazardım, hangi saatte nerede ne oldu, krokileri ile beraber sabitti. Dönüşte Port Sait’e geldik. Valizimi tanzim edeyim diye açmıştım. Boş bulunup, bir an için valizin başından ayrıldım. Döndüğümde günlüğüm yerinde yoktu. O defterdeydi herşey, dakikası dakikasına. Hala yanarım o deftere…”

İNEBOLULULARA CAN BORCU
“Bir gün cepheden çıktık, 3 hafta savaş 1 hafta istirahat var. İstirahattayız. Bir pikap geldi, içinden biralar çıktı. Biraları boşalttı gitti. Subay, er, herkese 1 kutu bira, fazla yok. Oradan Yarbay Natık Poyrazoğlu “Albayım sen bu Tophaneli’yi niye bu kadar seviyorsun?” dedi. Albay , “Benim onlara, İnebolululara can borcum var. Onun için severim İneboluluları.” dedi. Dersim harekatında bacağından yaralanmış bu komutan. O zamanlar daha yeni teğmen olmuş. Birlik gitmiş, o geride kalmış yaralı diye. Tam o sırada çalıların arasından 2 asker çıkmış, biri çavuş. Çavuş önce teğmenin yaralarını bir güzel sarmış, sonra teğmeni sırtladığı gibi pusudan çıkartıp, sıhhıye arabasına yetiştirmiş. Sıhhıye arabası yola koyulmadan önce teğmen çavuşa “Sen kimsin? Künyeni oku!” demiş. Çavuş künyesini saymış, İnebolu’lu olduğunu söylemiş. Celal Dora o yüzden İneboluluları çok sever ve tutardı. Allah rahmet eylesin, çok iyi bir adamdı.

Celal Dora 2. Dünya Savaşı yıllarında Orman ve Sahil Muhafaza Komutanı olarak İnebolu’ya gönderilir. Artık rütbesi yüzbaşıdır. İnebolu’ya geldiğinde ilk işi Askerlik Şubesi’ni arayarak hayatını kurtaran çavuşu sordurmak olmuş. Çavuşun hayatta olduğunu öğrenince, köyünden alınıp getirilmesini istemiş. Çavuş gelmiş, ama karşısında duran subayın yıllar önce hayatını kurtardığı o subay olduğunu hatırlayamamış. Yüzbaşı kendini tanıtmış. Çavuşu alıp çarşıya inmişler, elbiseler alınmış, çavuşun üstbaş baştan aşağı yenilenmiş. Daha sonra Orman İşletmeyi arayan Celal Dora, çok müşkül durumda bulunan çavuşun orman muhafaza teşkilatında işe alınmasını da sağlamış.”

KORE’YE GİDEN ÇATALZEYTİNLİLER
“İmamköy’den Sabri vardı, Sabri Kaya. Biz onunla beraber gittik Kore’ye. 22-23 Nisan gecesi yakaladılar onu, esir düştü. Uzun müddet sonra, mütarekeden sonra çıktı geldi. Nüfusçu Mehmet Yılmazer vardı. Ben geldim Mehmet gitti Kore’ye. Gürcülerden Necati, Mıgırdıçın Selahattin vardı. Ginolu tarafında Hüseyin var. Ginolu’daki sancak nöbetine gitti, 1 mangaydılar. Cepheyle ilgisi yoktu onun. Süreyya Karahan var. Bir de Tevfik vardı. Kore’ye gidene 90 dolar maaş var diye bir söylenti çıkmış. Aslı yoktu tabi, 90 dolar oldu 9 dolar 14 sent.”

DÖNÜŞ YOLCULUĞU
“15 Temmuz’da İnçon limanından Amerikan bandıralı General W. C. Langfitt gemisine bindik. Deniz çok bozuktu. Koskoca gemi denizin üstünde bir tahta parçası gibiydi. Öyle gittik. Herkesi deniz tuttu. Millet durmadan kusuyor. Bir tek biz Karadenizliler ayaktayız. Gemide yemek çıkıyor ama kimsenin yemek yiyecek hali yok. Biz bol bol yedik. Ömrümüzde öyle yemek yememişizdir. Süveyş Kanalı’na geldiğimizde birileri güverte üzerinden koşarak denize atladı. Yüzerek Mısır sahiline çıktılar. Bunların arasında askeri mahkemede 32’şer yıl hapise çarptırılan 2 tecavüzcü de vardı. Artık başka bir ülkenin topraklarına çıktıkları için gemi durmadı, yoluna devam etti. Dönüş yolculuğumuz 1 ay sürdü. 14 Ağustos 1951’de İstanbul Galata rıhtımına geldik.Karaköy iskelesinden vapura binip karşıya geçtik. Oradan da yürüyerek Selimiye Kışlası’na ulaştık.
Yurda döndüğümüzde süresiz izin kağıtlarımız hazırdı. Hemen verdiler. Askerliğimin bitmesine daha 2 ay vardı. “Ayağın kuru, başın göl olsun!” dediler, gönderdiler. O zaman askerlik 24 aydı.
25 sene sonra 70 lira maaş bağladılar. Özal geldi, o maaşları kesti, enflasyonu körüklüyormuş diye. Demirel tekrar gelince o bağladı maaşlarımızı.”

Kore Gazisi Nurettin Yılmazer
Nurettin Yılmazer ile söyleşi esnasında


KORE’YE İKİNCİ GİDİŞ

“1950’de öldürmek veya ölmek için çağırdılar bizi Kore’ye, gittik. 2009 Eylül’ünde de yaşatmak için çağırdılar. Uçak geldi aldı bizi İstanbul’dan, Kore’ye getirdi. 1 hafta 5 yıldızlı otelde ağırlandık. O savaştığımız yerlere götürdüler bizi, gezdirdiler. Döndük, geldik tekrar geriye. Bir gün otelde oturup dururken tercümana dedim ki, “Seul yakınlarında savaştığımız bir yer var. 15 km mesafede bir yer, oraya gitmek istiyorum.” Taksi çağırdık, gittik. Oraları tekrar gezdim. Karargah olarak kullandığımız mağara hala orada duruyordu. Hemen az ötede, tam önümde havan topunun patladığı yere de gittim, tekrar gördüm. Otele döndük, taksiciye 20 dolar verdik. Kore Gazisi olduğum için taksi şoförü 20 doları almadı, atıverdi geriye. Koreliler unutmaz, öyle vefakar adamlardır.”

 

Yaptığımız söyleşiden kısa bir videoyu aşağıdaki bağlantıdan izleyebilirsiniz :

 


Bu röportajın hikayesini okumak için aşağıdaki bağlantıyı tıklayabilirsiniz.

Kamera Arkası – Kore Hatıraları

 

İlginizi Çekebilir.

Yazarın Diğer Yazıları Selçuk Yılmazer